Varlığın Keşfi̇ Olarak; Tefekkür
İnsan olmak, düşünmekle başlar. Ama bu sıradan bir eylem değildir; düşünmek çilelidir. Çünkü düşünen insan, yalnızlaşır. Kalabalığın alkışladığı yanlışlara itiraz etmek zorunda kalır. Gördükleri ile yetinmez, perde arkasını sorgular. Alışkanlıkların konforundan, ezberlerin güveninden sıyrılır. Düşünmek, konforu bozmak demektir. Bu yüzden düşünen kişi, çoğu zaman “sessizlik” gibi yalnız kalır. Sessizliği kolay kolay kimse fark etmez tek başınadır ama aynı zamanda tek başına değildir. Düşünen insanda çoğu zaman yalnızdır fakat bu yalnızlık öyle sıradan bir yalnızlık değildir tüm evreni kaplayan, saran benimseyen bir yalnızlıktır. Sırlıların sırdaşıdır, yolcuların yoldaşıdır, aşıkların Leylasıdır, yetimlerin babasıdır, kimsesizlerin kimsesidir. Mazlumların hamisidir, ezilmişlerinin yanındadır zalimlerin karşısındadır fakat çok eski ulu bir çınar ağacı gibi tek başına ama diktir.
Toplumlar genellikle belli fikir kalıplarına hapsolmuş durumdadır. Kendi dışındaki düşünceyi, “sapma” olarak algılar. Bu yüzden özgün düşünen, ezber bozan biri kolaylıkla hedef hâline gelir. “Mağaradan çıkanı vururlar” sözü, farklılığı tehdit gibi gören toplum yapısının özetidir. Oysa ilerleme, yenilik ve hakikat arayışı, hep bu mağaradan çıkanların çilesiyle mümkün olmuştur. Vurulma riskini taşısak da çıkmalıyız karanlıktan, çıkmalıyız mağaramızdan, çevremiz aç ve yırtıcı hayvanlarla dolu olsa da çıkmalıyız, karanlığı aydınlatmak istiyorsak, bizi alıp zihnimizi bin parça etseler da gözümüzün önündeki kaya gibi perdeleri yırtmalıyız. Eğer ki yaşamak istiyorsak, özümüzü bulmak istiyorsak, ben kimim sorusunu cevabini bulmak istiyorsak, mağaralardan, keşiş dağlarından, Sina çöllerinden korkmamalıyız terse doğru yolculuğu başlatmalıyız 1400 yıl sürse de yolculuk yapmalıyız özümüzü bulmak için yaratanı bulmak için ona yakınlaşmak için yokluğumuzu Onunla var etmek için.
Her yolculuk bir iç yolculuktur aslında. İnsan sadece bir yerden bir yere gitmez; bir anlamdan başka bir anlama yürür. Bu yürüyüşte temelde üç şey eşlikçidir:
Hayal, yolun ilk adımıdır; düşünce, yolu anlamlandırır; hakikate ulaşma arzusu ise yolun nihai gayesidir. Düşünceyle hayal birleştiğinde, insan yalnız dünyayı değil, kendini de yeniden keşfeder.
Tefekkür sadece bilgi üretmek değildir; varlığın anlamını, sebebini, gayesini sorgulamaktır. Sadece “ne?” sorusuyla değil, “niçin?” ve “nasıl?” sorularıyla derinleşir. Varlığa anlam yüklemek, insana sorumluluk da yükler. Bu yüzden tefekkür, sadece zihinsel değil, ahlâkî bir eylemdir.
İnsanın kâinatla kurduğu ilişki, tefekkürle bilinç kazanır. Gözlemle başlar, sezgiyle derinleşir, akılla olgunlaşır ve kalple tamamlanır. Kur’an’da sıkça tekrar edilen “اَفَلَا تَعْقِلُونَ” (Akletmez misiniz?) ve “اَفَلَا يَتَفَكَّرُونَ” (Hiç düşünmez misiniz?) ayetleri, tefekkürün kutsal bir sorumluluk olduğunu gösterir.
İnsan bu dünyaya sevgi arayışıyla gelir. Muhabbet peşinde koşar, adalet ister, özgürlük arzular. Fakat karşılaştığı çoğu zaman nefret, esaret ve haksızlıktır. Anlam ararken anlamsızlıkla; bütünlük isterken bölünmüşlükle karşılaşır. Bu tezatlar, insan zihnini sarsar ve kalbini yorar.
Yaşadığımız çağ, anlamın yitim çağıdır. Bugün, anlam kavramının bizzat kendisi anlamsızlaştırılmıştır. Kapitalist sistem, metafizik soruları gündemden düşürmüş, yerine “fayda, haz, çıkar” gibi ölçülebilir kavramları koymuştur.
Sevgi artık psikolojik bir tepki; din, sosyolojik bir fenomen; vatan sevgisi ise nostaljik bir söylem hâline getirilmiştir. Modern insan, özne olmaktan çıkıp nesneye dönüşmüş; kendi hikâyesini yazmak yerine, başkalarının yazdığı senaryoda figüran olmayı kabul etmiştir.
Bu yüzden insan sürekli beklentilerle yaşar. Güzellik bekler ama çirkinlik görür. İyilik umar ama kötülükle karşılaşır. Nezaket arar ama kabalıkla ezilir. Bu çelişkiler arttıkça, gözümüzde değerini yitiren dünya, yavaş yavaş anlamsızlaşır.
Bu noktada önemli bir ayrım yapılmalıdır:
Anlam, dış dünyada rastgele bulunan bir şey değildir; o, insanın iç dünyasında büyüyen, içten dışa doğru kurulan bir ilişkidir. Eğer insan, sadece beklentilerle yaşarsa, hep hayal kırıklığına uğrayacaktır. Oysa anlam, beklentilerin ötesinde bir farkındalıktır.
Tefekkür, sadece dış dünyayı değil, insanın kendisini de kuşatmalıdır. Zira kendini bilmeyen, hiçbir şeyi hakikatiyle bilemez.
Kendini bilmek, nefsin arzularına değil, hakikatin çağrısına kulak vermektir.
Kendini bulmak ise, bu çağrıya karşılık vererek bir yön ve istikamet tayin etmektir.
Kendi içine dönmeyen insan, hep başkalarının gözleriyle kendine bakar. Başkalarının düşünceleriyle kendini tartar. Oysa hakiki benlik, iç sessizlikte duyulur. Dışarıdan gelen gürültü, insanı oyalarken; içeriden gelen sükûnet, ona hakikati fısıldar.
Anlam, hazır olarak sunulan bir kavram değildir. O, çabayla kazanılır, acıyla yoğrulur, tefekkürle derinleşir. Düşünen insan çile çeker, yalnızlaşır, yanlış anlaşılır ama aynı zamanda en hakiki özgürlüğe de o ulaşır.
Çünkü anlamı bulan insan, dış dünyanın dayatmalarından kurtulmuştur.
Anlam, hayatın kendisinden değil, insanın ona yüklediği sorumluluktan doğar.
Ve bu sorumluluk, düşünmeye cesaret edenlerin omzundadır.